Yaşadığın şeyler bazen ruhuna öyle bir tesir eder ki yapayalnız bir beden ve bir hiç uğruna yaşadığını düşünen bir irade...

Hayat denilen zaman silsilesi hep farklılıklarla karşımıza çıkar. Bulunduğun ânı öyle bir tesiri altına alır ki boğulduğunu o an sadece sen anlarsın.

Uğruna ruhunu, aklını, fikrini zayi ettiğin kişiler hiçbir şey olmamış gibi hayatlarını sürdürdüklerini görünce sızlayan gönlüne ne bir merhem ne bir söz kâfi gelmez. Peki neden?

Hepimiz belki de değerli olan bu zaman silsilesini hep bir şeyler uğruna feda etme amacındayız hatta müthiş bir yarıştayız.

Eşyaya, maddeye ve çoğu zaman aşka olan feda etme diyelim.

Bu satırlarımı, ruhumun başka diyarlarda bedenimin ise sınıfta olduğu ve ayazlı bir kış günü edebiyat dersinden yazıyorum.

Bakıyorum da bazıları çok mutlu bazıları besbelli bir dert ve tasa içerisinde. Ama bir grupta var ki, iç dış karmaşıklığı içerisinde.

Yani mutlu gibi ama gönlündeki burukluk ruhunu ve benliğini kemirir durumda.

Hissettiklerini, duygularını dışa vuramamak. İnsanın kendine ettiği en büyük kötülük bu olsa gerek.

Düşünsenize!

Avazınızın çıktığı kadar bağırmak istiyorsunuz ama müthiş bir acı içerisindeniz çünkü sessiz çığlıklar sizi tesiri altına almıştır.

Ruhunuz, gönlünüz bir sızlayış içerisinde ama kimse sizi duymuyor görmüyor. Yapayalnızsınızdır...

Hissedilmek, değer görmek, görülmek...

Dedim ya herkes kendi dünyasında kendi karmaşıklığı içerisinde.

Var ile yok arasındaki gelgitleri ruhuna ve gönlüne hükmedemez oluyor.

Belki de bu yalnızlık eşyaya olan hizmetten kaynaklanan bir ruh ve fikir çatışmasının sonucudur. Çünkü insan hizmet etme görevini kendi bulunduğu çağın tesirine sokup yalnız hissetme duygusu ruhunu ve gönlünü kemirir oldu. Hem de iliklerine kadar hissettiği bir acı ile.