(Tarihe mal olmuş dava – Bir insan hakları davası)

DREYFUS DAVASI

Yıl 1894. Yer Fransa.

Kişi, Fransız Genelkurmayında görevli Yahudi asıllı bir subay olan Yüzbaşı Alfred Dreyfus’tur.

Almanya’ya askerî sırları satmakla, yani vatan hainliği (casusluk) ile suçlandı.

Oysa suçsuzdu; belgeler sahteydi. Ancak Yahudi karşıtlığı ve ordudaki önyargılar nedeniyle suçlu ilan edildi.

Fransa’da Yahudilere karşı güçlü bir düşmanlık vardı. Cumhuriyetçilerle monarşi yanlıları arasında da gerginlik yaşanıyordu.

1894’te Dreyfus tutuklandı ve vatan hainliği suçundan ömür boyu Şeytan Adası’na sürgün edildi.

1898’de yazar Émile Zola, “Suçluyorum” adlı açık mektuplarıyla devletin ve ordunun yanlışlarını ifşa etti.

1899’da Dreyfus yeniden yargılandı ve yine suçlu bulundu.

Oysa 1896 yılında gerçek suçlunun Binbaşı Esterhazy olduğu ortaya çıkmıştı.

Fakat ordu hatasını kabul etmedi. Uzun bir sürecin ardından, 1906 yılında Dreyfus nihayet beraat etti ve orduya iade edildi.

Émile Zola, adaletin ordudan ve devletten bile üstün olduğunu; basın özgürlüğü ve vicdan cesaretini vurgulayarak, Dreyfus’un değil Fransız adaletinin yargılandığını söyledi.

Bu tavrı nedeniyle İngiltere’ye sürgüne gönderildiğini biliyoruz.

Dreyfus’un suçlu sayılmasının asıl nedeni Yahudi kimliğiydi.

Bu olay, yargının tarafsızlığı ilkesinin toplumsal önyargılar karşısında ne kadar kırılgan olabileceğini gösterdi.

Fransız ordusu itibarını korumak adına adaleti feda etti.

İtibar, adaletin önüne geçti.

Zola ve diğer aydınların direnişi, hukuk dışı baskılara karşı sivil vicdanın nasıl bir denge unsuru olabileceğini ortaya koydu.

Toplumda adalet duygusunun yeniden oluşması yalnızca mahkemelerde değil, kamu vicdanında gerçekleşti.

Bu dava ile, hukuk devleti kavramının yeniden doğuşu sağlandı.

Laiklik ilkelerinin ve hukuk devleti bağımsızlığının güçlendiği bir dönüm noktası oldu.

Ayrıca basın, kamuoyu ve aydınların adalet üzerindeki etkisini gösteren modern bir insan hakları davası olarak tarihe geçti.

Toplumsal önyargıların yargı mekanizmasına nasıl sızabileceğini de açıkça ortaya koydu.

Burada ordu, kurumsal iktidarını korumak adına adaleti feda etti.

Bu da kurumsal çıkarların adaletin önüne geçmesi olarak tanımlanır.

Devletin hukuk üzerindeki gölgesi, yargı bağımsızlığının toplumsal temellerini sarsacağı gün gibi aşikardır

Adalet yalnızca yargıcın elinde değil, toplumun kalbinde de yaşamalıdır.

Bu dava, “Adalet sadece verilmez; savunulur.” ilkesinin tarihsel sembolüdür.

Fransa’da Dreyfus Davası, bir subayın asılsız casusluk suçlamasıyla hedef alınmasıyla başladı.

Aslında yargılanan kişi değil, o dönemin sistemiydi.

Bugün de dünyada —ve zaman zaman Türkiye’de— adalet duygusunun, siyasî baskılar veya önyargılar karşısında ne kadar kırılgan olabildiğini hatırlatıyor. Delilden çok önyargı, hukuktan çok siyaset konuşuyor. Dreyfus nasıl Fransa’yı ikiye böldüyse, bu davalarda Türkiye’de adalet duygusunu sınayan bir ayna halin gelmiştir.

Dreyfus Davası, yalnızca Fransa’da değil, tüm insanlıkta adalet duygusunun gelişmesine öncülük eden bir olay hâline gelmiştir.

ÉMILE ZOLA’NIN ANLATIMIYLA:

“SUÇLUYORUM”

“Bir masumun gözyaşlarını gördüm, bir ulusun vicdanını duydum.

Adaletin terazisi eğilmişti; yargıçlar gerçeğe değil, rütbeye bakıyordu.

Ordunun şerefini koruyacağız derken, Fransa’nın onurunu kirlettiler.

Bu ülkenin sokaklarında hâlâ özgürlük yankılanıyorsa, bu, adaletin susmadığını gösterir.

Ben Émile Zola, yazı masasında bir yargıç gibi değil, bir vicdan gibi konuşuyorum:

J’accuse! (Suçluyorum!)

Çünkü sessizlik suça ortaktır; susmak da yargılamaktır.”