Uzun bir ömrün sayfalarına sığdırılacak kadar tecrübesi olan kişiler var yeryüzünde. Onlardan bahsetmek gerekiyor biraz da. Kuşkusuz birçok mesleğin, kurumun ya da kuruluşun adını alabiliriz buraya ama benim bu yazıda bahsetmek istediğim kişiler, aslında hepsine kaynak olan kişiler, yani öğretmenlerdir. Onlar, mesleğinin erbabı olan birçok kişinin kılavuzu olmuş ve kendi mecralarında önemli noktaları yakalama fırsatını, öğretmenlerinin tavsiyeleri ışığı altında elde etmişlerdir.

Öğreticiyi, bir toplumu ayakta tutan yapı taşı ya da bel kemiği olarak nitelendirebiliriz zira geleceğin inşası onların ellerinde şekil bulmakta ve onların öğrettikleri ile hayat bulmaktadır. Günümüz dünyasında sadece okulla sınırlandırılmış gibi gözüksede aslında öğretmenliğin bu kadar dar bir çerçevede düşünülmesi doğru değildir çünkü öğretmek için belli bir mekân koşulu yoktur. Öğreten maddi menfaatlerin peşinde koşan kişi değildir tam aksine ruhuna işlediği idealleri uğruna, yeni ışıklar yakan ve etrafını o ışıklar ile aydınlatan kişidir. Ayrıca bir insanın öğretmeni bazen annesi, bazen babası, hocası ya da bir dostu da olabilir.
 
Var olan mirasımızın tozlu sayfalarına bir göz atarsak büyük devlet adamlarının, asırlar geçse de soluğu tükenmeyen büyük sanatkârların, mimarların ya da kitleleri peşinde sürükleyen nice liderlerin aslında bu vasıfları kazanmasında bir hocası, muallimi ya da manevi bir rehberi olduğunu görürüz. Misal verecek olursak çağ açıp çağ kapatan Fatih’in, Akşemsettin’i; Mısır’ın Fatihi, Yavuz Sultan Selim’in, İbn-i Kemal’i vardı. Onlar bulunduğu zaman diliminde zirve olurken aslında arka planda, onlara ışık veren birileri de vardı. Bir de edebiyat dünyamızın uzun soluklu kalemi olan ve eserleri ile insanların ufuklarını genişleten bir isim var.. ‘Çile’ adlı şiir kitabının girişinde on iki yaşında sanata ve şiire nasıl başladığını şöyle anlatıyor: “ Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış o defterde… Haberi veren annem bir an gözlerimin içine tarayıp: ‘Senin, dedi; şair olmanı ne kadar da isterdim! Annemin dileği bana, on iki yaşına kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü… Kararımı verdim. Şair olacağım, dedim ve oldum.”  Varlık hikmetinin ta kendisi olan öğretmen ise bu kez bir anneydi. Böyle anlatıyor Necip Fazıl Kısakürek.

Bu işin ne kadar ehemmiyetli ve insanı zirvelere tırmandıran bir aşk olduğunu kalemine güvendiğim, inandığım çiçeği burnunda, kendini ilim öğrenme yoluna süren bir yazar ve aynı zamanda dostum olan M. Karadeniz, sohbetimizin birinde şöyle demişti:
“Kardeşim, öğretmen kendini ciddi anlamda insana adamış, öğretmek için tüm fedakârlığı göze almış ve maddi unsurların yıldıramadığı kişilerdir. Bize düşense yeri geldiğinde öğretmen olmak, yeri geldi mi de öğrenen olmaktır. Hiçbir fert yalnızca öğreten ya da öğrenen olamaz.”

Netice itibari ile bu işe gönül veren ve kendini bu yükün altına alan kişiler büyük bir kurtuluşun habercisidir çünkü yıkılmış bir toplumun ya da yozlaşmaya yüz tutan bir kültürün yeniden canlanmasını sağlayacak kişiler, adına günümüzde öğretmen dediğimiz, yol göstericilerdir. Bunun bir aşk işi olduğunu unutmayalım zira düşünmek lazım bir mum başka bir mumu yakmakla ışığından ne kaybeder ki?