Yaşadığımız toplumun kahır ekseriyetinin içinde bulunduğu durum, on onbeş kelimeden öteye geçmeyen kısır tartışmaların odağında, eleştiride ve hakarette insafın rafa kalktığı, duyduğu her haberin gerçekliğine bakmadan üzerine abanıp sosyal medya aracılığı ile paylaşıldığı vahim bir durumla karşı karşıyayız.

            Devamlı arkadan dolanarak, şekilden şekile girerek, bin bir hile ve entrika ile insanın kündeye getirilmesinin başlıca nedeninin, yine insanın kendisi olduğunu söylesek yanlış olmaz kanaatindeyim.

            Karanlıkta kitap okunamayacağına kimsenin bir itirazı olamaz..Elektrik varsa ampulü yakacaksın. İnsan beyni de aynen öyle. Beynini kullanmayanlar odadaki ampulü yakmayanlar gibidir.

            Yaşanılan bütün açmazların ve çıkmazların altında yatan neden, düşünce tembelliğinden kaynaklanan ve neticesinde taklitçiliğin revaçta olduğu bir halet-i ruhiye…

            Öyle ya doğumdan ölüme bir hayat serüvenimiz var. Bu hayatın bir amacı, bir hikmeti, bir hedefi yoksa biz bu hayat maçını niçin oynuyoruz?

            Bu hayat maçının bitiş düdüğünden sonra galiplerin ödüllendirileceği, devamlı faul yapanların cezalandırılacağı bir merci olmayacak mı?

            Hayat maçında iyi oyun çıkaranların, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin daha güzel daha iyi bir hayata transferleri söz konusu olmayacak mı? Kapının ve pencerenin olmadığı o daracık mekâna girdiğimde arkamdan beni alkışlayanların alkışları orada bana geçer akçe olacak mı, yoksa ben kendi seyyiatım ve hasenatım ile mi baş başa kalacağım?

            Eğer bu hayat hayatı bahşedene karşı bir sorumluluk gerektiriyorsa ki, yüzde yüz derecesinde katidir.

            O zaman ne yapmalı, ne etmeli de hedefi oniki den vurup orada başımız önde utanç içinde kalmamalıyız.

            Kahrolsun tembellik deyip, kabiliyetimizi ve irademizi taçlandıracak yeni bir dirilişe ve hamleye mi sarılacağız.. Zamanımızı çalan hırsızları tespit edip,(şan, şöhret, güzellik, eşya, makam, gösteriş, dijital dünya, robotik insanlar) ilk önce bunlarla savaşmayı mı ön plana alacağız?

            Tükenen zaman mı, yoksa ben miyim sorusunu mu kendimize soracağız.

            Eğer bu soruların tamamını kendimize sormaya cesaret edip kendi içimizdeki cehenneme inmeyi başarabilir isek, bu hayat maçının galipleri arasına girmeye namzet iz demektir.

            Ölüm bilincinde olmayıp, hayatı sadece gülüp eğlenmekten, mide ile tuvalet arasında mekik dokuyan, gölge varlıklarla avunup, gününü gün edenler kervanında isek hayat maçının mağlupları biz olacağız demektir.

            Darb-ı meseldir çok anlatılır, Ünlü hükümdarlardan biri vezirlerini ve ilim adamlarını toplamış, bana hayatı kısa ve veciz bir şekilde özetleyin demiş. Kitaplar getirmişler, seminerler, konferanslar vermişler, münazaralar yapmışlar, hükümdar bunların hiç birinden tatmin olmamış.

            Hikmet sahibi, ilim erbabı zatlardan biri araya girmiş ve ben buldum demiş ve eklemiş,  Hayat dediğiniz şey şu üç cümledir: Sevindiler, Üzüldüler ve Öldüler hepsi bundan ibaret.

            Evet, hükümdar bunu kayda değer bulmuş.

            Öyle ya Sınava giren çocuklarımızdan gençlerimizden biliyoruz ne kadar stres ne kadar heyecana kapıldıklarını adeta vücutlarının kimyasının değiştiğini metabolizmalarının bile sağlıksız işlemeye başladığını, süreyi ne kadar titiz kullanması gerektiğinden tutun da hem ailesi hem hocaları tarafından verilen taktik ve önerilerin nasıl da önem arz ettiğini….

            Dünya sınavı bu kadar önem arz ederken meşru dairede hem dünyadan lezzet alıp hem de hayatı verenin, bahşedenin, bin bir güzellikleri ve nimetleri yenileyip yenileyip insanlığın önüne serenin bu hayatın hesabını sormaması hangi mantıkla izah edilebilir?

            Velhasıl öyle görünüyor ki dünyada işler hep yarım kalıyor. Hiç kimse işlerlini tam bitirmiş olarak karşılayamıyor ölümü ve dostlarına Allahaısmarladık bile diyemeden dünyadan gidiyor.

Yapamadım,edemedim,gidemedim,kılamadım,tutamadım,dedi,dedin,dedim,dedi,yazacaktım,çizecektim,alamadım,veremedim,muradıma eremedim,gün yüzü göremedim bir sürü mazeret, takvim yaprağı gibi çöpe atılan zamanlar,günler,aylar,yıllar, belki bir ömür.

            Ne kadar Yazık değil mi?

            Onun içindir ki, İngiltere-Fransa gibi birçok Avrupa Ülkeleri televizyonun, bilgisayarın ve cep telefonlarının, tabletlerin çıkmasından önce kitap çağını yaşadılar. Bizim neslimiz ise kendi kitabına elini uzatmaya dermanı olmayan zavallı gibi hep uzak durdu. Gelinen nokta televizyon’un telefonun, bilgisayarın, tabletin akıl hocalığına teslim olmak.

            Oysa ki, Ülkeler fetheden, icatlar, buluşlar gerçekleştiren, cilt cilt kitap yazan, tarihe altın harflerle ismini kazıtanlar, arkalarından hayır ve duayla yad edilenler bu işleri hep,  24 saatin içinde gerçekleştirdiler.

            O zaman diyeceğiz ki, hayır koltuğa yaslanıp hatıralarımın tesbihini çekmeyeceğim. Ben susuzum, ben bilgiye susuzum, sevgiye, merhamete susuzum. Yaşamadan geçirdiğim yılların acısı beynimi oyuyor. Aradaki bu uçurumu kapatmam, uyku ile uyuşukluk arasındaki hayatı elimin tersi ile itip bu hayat maçını mutlaka kazanıp Rabbimin huzuruna öyle varmalıyım.

            Köpeklerin bisküvilerle beslendiği bir dünyada ölümü bekleyen, zulüm altında inleyen milyonlarca insan da mı bana bir şeyler fısıldamıyor. Ten aç, gönül aç…

            Son söz, Zihinlerimizi maddenin dünyasına çivileyen hırsızlardan kurtulmak ve fazlalıklarımızı atmak için, nefes alıyorsak zaman geçmiş değil.

            Ölüm sobeler insanı

Maske düşer yüz kalır ortada.