Gökyüzü pırıl pırıldı… Kuşlar şarkı söylüyordu güneşin koynunda. Çocuk sesleri kuzuların seslerine karışıyor, insanın içinde kelebekler uçuşuyordu. Huzurun sesiydi bu… Sanki dünyada kederin, sıkıntının olmadığı yerlerden biriydi Ali’nin köyü. Ali, tavukların peşinde koşturuyordu. Hepsinin bir adı vardı. Benekli, kara kız, cambaz... Ali tavuklarla vakit geçirdikten sonra köyde adını huzur tepesi koyduğu yere doğru yola koyuldu. Her gün buraya mutlaka uğrardı. Baharda bir başka güzeldi bu tepe, yemyeşildi. Oturunca insanın burnuna mis gibi çimen, çiçek, tazelik kokusu gelirdi. Tepede bir de erik ağacı vardı. Kırlangıçlar erik ağacının üzerinde, yuvalarında ötüşüyorlardı. Ara sıra Ali, kuşlarla konuşurdu. Her gün bu tepeye gelir güneşin batışına kadar beklerdi… Gün batımı buradan çok güzel izlenirdi. Tam o sırada hayallere dalar aklından bin bir türlü şey geçerdi. Daha önce hiç deniz görmemişti. Anlatılanlara göre uçsuz bucaksız bir maviliği hayal edemiyordu… Kendini o maviliğin kollarına bırakmak en büyük hayallerinden biriydi… Gökyüzünün maviliğini, denizin mavisi yerine koyar, gökyüzüne bakıp kendini denizin kollarına bırakmış gibi dalardı. Arkadaşlarıyla oynamaktansa gökyüzüne bakıp hayallere dalmak onu daha bir mutlu ederdi…

Günü, huzur içinde bitmişti yine. Eve doğru yola koyuldu. Yine içi sıkılmaya başladı. Evden uzaklaşınca içini dolduran huzur, yerini sıkıntıya bırakmıştı. Babası evin bahçesinde sigarasını tüttürüyordu. Babasını görünce iyice endişe sardı içini… Eve gitmek değil de babası ile karşılaşmak, konuşmak işkence gibiydi sanki… Akşamları hapishaneye giriyor gibiydi… Babası annesini de Ali’yi de pek sevmezdi. Aslında kimseyi sevmezdi. Köyde herkes ne kadar huysuz olduğunu bilir, hatta annesine sabır dilerdi. Bahçe kapısına yaklaştığında babası Ali’ye:                          

-Nereden geliyorsun bu saatte?                         

-Tepedeydim…                                                      

-Anca boş boş gez bir işin ucundan tutma sakın, dedi ve bir tokat patlattı Ali'nin suratına.

Öyle büyük bir acı duymuştu ki Ali, artık ağlayamıyordu bile. Sesi duyan annesi kapıya yöneldi. Annesinin kollarına doğru koştu Ali…

-Anası kılıklı, diye bağırdı babası arkasından. Sımsıkı ıslak gözlerle sardı annesi Ali'yi. Odaya doğru içeri geçtiler.

-Korkma anne, biraz daha büyüyeyim gideceğiz buralardan dedi Ali. Annesi, içinde hüzün barındıran bir sesle:

-Oku, büyük adam ol gidelim yavrum. Hadi git ellerini yıka gel bir şeyler yiyelim dedi. Annesi, Ali’nin sığındığı tek limanıydı. Kendini güvende hissettiği her şeyini paylaştığı kaybetmekten en çok korktuğu varlıktı bu dünyada… Ama hastaydı annesi… Ali huzur tepesinde en çok doktor olmanın annesini iyileştirmenin ve denizi görmenin hayalini kuruyordu.  Daha dokuz yaşındaydı, tek çocuktu ama evin içerisinde kocaman bir adam oluyordu sanki. Kendisini ancak huzur tepesinde, küçük masum dünyasında, bütün güzellikleri hak eden bir çocuk gibi hissediyordu.

Yemekten sonra annesine kırlangıç kuşlarını anlatıyordu:

-Yuvaları kocaman anne, öyle güzel ki, yavru kuş benim gibi annesini çok seviyor, babaları onlara yemek getiriyor, sanırım hep uçuyor anne, herkes çok mutlu gülüyor gibi ötüşüyorlar…  Keşke bende kırlangıç kuşu olsam… Yarın birlikte pikniğe gidelim mi Anne? ' Annesi Ali'yi dinlerken uzun uzun dalıyor aklından bir sürü şey geçiriyor. En can acıtanı ise kendisi öldükten sonra Ali'nin ne yapacağı, kime gideceği?

-Tamam, gideriz, hadi bakalım oğlum uyku vakti dedikten sonra bir günü daha birlikte bitiriyorlar...

Yeni bir günün sabahında perdeden süzülen güneş huzmesi Ali'nin yüzüne yansıyordu. Bugün çok mutlu uyanıyor, annesi ile birlikte huzur tepesinde pikniğe gitmenin heyecanıyla açıyordu gözlerini. Annesi çoktan piknik sepetini hazırlamış, Ali’nin uyanmasını beklemişti… Annesinin elini tutarak tepeye doğru yola koyuldular. Ali sanki gizli bir hazinenin yerini annesine gösterecekmiş gibi coşkuyla tepeyi anlatıyordu.

Annesi:

-Yaklaştık galiba kırlangıçlar ötüşüyor, dedi. Biraz daha ilerledikten sonra huzur tepesi hemen fark ediliyordu… O kadar güzel anlatmıştı ki Ali, her yer pembe kır çiçekleri ile dolu kokusu bile başkaydı bu tepenin… Anne- oğul sergilerini serdiler erik ağacının altına. Ve serginin üzerine uzanarak gökyüzünü izlemeye başladılar. Annesinin göğsüne kafasını dayadı Ali. Annesi bir yandan saçlarını okşuyor diğer taraftan Ali’yle konuşmak istiyordu. Çok hastaydı ve bunu Ali’ye anlatmalıydı. Ne babasından fayda vardı ne de annesi ölüp gittiğinde onu ayakta tutacak maddi bir güç olacaktı? Onun için güçlü olması, okulu bırakmaması, asla yanlışa sapmaması gerektiğini uygun bir anda anlatmalıydı. Elinden bir şey gelmiyordu. Oğlunu emanet edebileceği kimsesi yoktu. Anne ve babasını kaybedeli çok olmuştu.

Ali akıllı bir çocuktu… Annesinin ona bir şeyler anlatmak istediğini anlıyor, gözlerinin içine: -Söyle anne, der gibi bakıyordu…

-Ali'm, oğlum seni o kadar çok seviyorum ki, biliyorsun bir süredir hastayım ama bu hastalık geçecek gibi değil. Eğer ben ölürsem bana söz ver çok güçlü olacaksın, doğrudan asla vazgeçmeyeceksin, okulunu okuyacaksın, gökte uçan kırlangıç gibi hür olacaksın, kimseye boyun eğmeyeceksin.

Ali:

-Anneciğim sensiz bu hayatta nasıl tutunurum bilmem, senden başka hiç kimsem yok bu dünyada ama beni bırakıp gidersen gittiğin yerde mutlu ol istediğin her şeyi yaparım. Ama hep mutsuz olurum, demez mi?

Gözlerinden süzülen yaşlara annesi de dayanamıyor, huzur tepesinde birbirlerine sarılarak ağlıyorlardı. Kırlangıçlar hüzne ortak olmuş gibi sanki söylenilenleri anlamış gibi daha şiddetli ötüştüler. Gün Ali’nin düşündüğü gibi mutlu geçmemişti… Eve doğru yola koyuldular. Annesi de Ali de konuşmuyordu… Eve yaklaştıklarında babası bahçedeydi. Yine hep öfkeliydi, homurdanıp durdu kapının önünde. Alışmıştı ikisi de… Dinliyormuş gibi yaptılar, eve girince biraz daha mırıldanıp   uyumuştu zaten. Ali annesinin oturduğu koltuğa yaklaştı:

-Anne bu gece birlikte uyuyalım mı? dedi. Annesi:

-Tabi yavrum, diye cevap verdi. Sarıldılar… Ali annesinin yüzünü kokusunu hafızasına kazımak istiyordu sanki. Yanaklarını öpüyor, eliyle yüzünü okşuyordu. Annesini severek uykuya daldı... Sabah olmuştu. Yaz tatilinde olmak Ali’yi çok mutlu ediyordu. Doğrudan masaya yöneliyor bir şeyler yedikten sonra ilk işi kendini köyün yollarına bırakmak oluyordu.

Fakat masanın boş olduğunu fark etti.

-Anne, diye bağırdı, cevap alamadı Annesinin uyuduğu odaya doğru geçti ama yatakta yatıyordu, uyandırmak istedi annesini…

-Oğlum biraz hastayım sen bir şeyler hazırlayıver, deyince çok rahatsız etmeden çıktı odadan, bir şeyler hazırladı. Babası evden erken çıktığı için çok mutluydu onu görmeden güne başlamak daha güzeldi. Ayakkabılarını giyip huzur tepesine doğru yola çıktı, içi sıkılıyordu bugün annesinin hasta olması canını sıkıyordu. Ne zordu çaresizlik, korkuyordu kimsesi yoktu annesinden başka. Bu dünyada tüm sıkıntıları unuttuğu tek yer “huzur tepesi” idi. Burası yuva gibiydi. Kırlangıçlar ötüşmeye başladı sanki Ali’yle konuşuyorlardı. Ucu bucağı yeşile varan bu tepeyi sanki gizli bir güç yeşile boyamış, içerisine pembe çiçekler ekmişti. Ne kadar yalnızdı, annesinden başka burayı anlatabileceği kimse yoktu. Yaşıtları gibi değildi Ali, sanki kocaman adam oluvermişti. Ona çocuk gibi hissettiren kimse yoktu etrafında, babası onu sanki bir yük gibi görüyor annesi olmasa o evde yeri olmadığını hissediyordu. Bu tepede böyle şeyler düşünmek yasaktı aslında ama hislerine söz geçiremedi… Üzgündü… Gözlerini kapatıncaannesinin yüzü geliyordu aklına. İçi hiç rahat etmiyordu… Gün batımını beklemeden eve geçmek istedi. Eve yaklaştı bahçelerinin önünde bir kalabalığın belirdiğini fark etti. Koştu annesi geldi aklına. Kalabalığı yardı içeri odaya doğru koştu, tutmak istediler ama dinlemedi koca gövdeleri yarıp geçti. Annesi öylece hareket etmeden cansız yatıyordu. Etraftan:

-Vah vah pek küçükmüş çocuğu, gibi teselli sesleri duyuluyor herkes Ali’yi izliyordu. Ali ne bir tepki veriyor ne de ağlıyordu… Sadece annesine sarılıyor, saçlarını kokluyordu. Bir ara aniden annesinin eşarbını eline alarak koşmaya başladı… O kadar hızlı koşuyordu ki, kalbi yerinden çıkacaktı sanki. Son durağı “huzur tepesi” ne geldi:

-Anneeeee!diye bağıra bağıra ağlamaya başladı. Ağlayabildiği tek yerdi bu tepe. İnsanın ağladığı, güldüğü, dertleştiği yerdi yuvası… Burası Ali’nin ve kırlangıçların yuvasıydı.

 Acılarını paylaştığı dostuydu artık…