.

    Dün bir pir-i fani ile karşılaştım.
    “Ne haber”? diye sordu.
    “Ne olacak işte görüyorsun, her taraf perişan, acı ve kederden başka bir şey yok!”
    “Öyle deme!” dedi.
    “Niye ki” dedim.
    “Güzel bakan güzel görür...Gönül isterse göz, yılanının zehirine bakar; gönül isterse göz, ibret alacağı
şeylere bakar.” diyerek devam etti:
    “Gül cemalini gösteren Zat-ı Kibriya, yeri zamanı geldiğinde Cebbar ve Celal sıfatıyla tecelli eder de
    kudret ve azametini gösteriverir.”
    “Kula düşen nedir?” diye sordum.    
    Derin bir ‘of’ çekip devam etti:
    “Kula düşen sabır ve tevekküldür.”
    “Peki tedbir bu işin neresinde” dedim.
    “Tedbir en başında evlat” deyiverdi ve devam etti.
    “Deveni sağlam kazığa bağla sonra tevekkül et!” Dememiş miydi Efendimiz (a.s).
    Konuyu depreme getirdim ve sordum:
    “Bu işin kaderle ilgisi nedir üstadım?”
    “Önce şunu bil ki evladım! Rahmeti gazabının çok fevkinde olan Allah Teala kullarına asla zulmetmez.
    Merhametlilerin en merhametlisi olan Zat-ı Zülcelal onlara tuzak kurmaz. Bilakis verdiği akıl ve iradeyle
onların önünü açar, vahiy yoluyla destekler.”
    “Peki bu belalar neyin nesi?”
    “Bela dediğin sana bana göre evladım. İnsanoğlu belasını da Mevlasını da kendi eliyle bulur. Bak sonra
    deprem dediğin ekolojik denge için gazını bazen dışa vuran bir tabiat olayıdır. İnsanlar bu realiteye göre önlemini almayıp can ve mal kaybediyorsa bunun kaderle ve yaratıcıyla ne ilgisi var?”
    Biraz nefeslenip devam etti:
    “Unutma ki evlat! Bir kavli dua vardır, bir de fiili dua. Fiili dua, işini sağlam yapmaktır. Senin anlayacağın binaları sağlam yapıp sağlam zemine oturtmaktır. Kavli dua da bunun üzerine Allah’tan sıhhat afiyet dilemektir.”
    Akif’in deyimiyle, “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayan” diyorsun yani.
    “Aynen öyle evlat” dedi ve ekledi:
    “Bak Akif demişken devamını getirelim mi?”
    “Tabi ki memnuniyetle..” dedim.
    “Kader, imanın farzlarından biridir...Tamam...
Fakat yok onda senin saptırdığın anlam.
    Kader; Gerekli şartlar oluştuktan sonra
    Mümkün olanın gerçekleşip çıkmasıdır ortaya.”
    “Hey gidi koca yürekli şair! Ümmeti uyandırmak için neleri göze aldın, ne bedeller ödedin” deyip bir

mısra daha ekleyiverdi:
    “Kadermiş!” öyle mi? Haşa bu söz değil doğru:
    Belanı istedin Allah da verdi...Doğrusu bu!”
    “Ekrandaki o manzaraları görünce içim acıyor. Haykırmak istiyorum.” dedim bir anda.
    “Ölümün yüzü soğuktur evlat” dedi ve yine şairin dizeleriyle cevap verdi:
    “Veren de O alan da;
    Nedir senden çıkacak?
    Gören de bu can senin sanacak!”
    “Üstadım hadi birilerini anladım da sabilerin, masumların o soğuk betonların altında kalmasını ve inlemesini bir türlü anlayamıyorum!”
    “Bak yavrum! O’nun hikmetinden sual olunmaz. Lakin anladığımız kadarıyla bazen öyle musibetler gelir ki büyük-küçük, haklı-haksız aramaz. Haksız olan belasını bulur ama masum olan telef olmaz. Onların zayi olan malları, kendileri hakkında sadaka; ölümleri de ebedi hayatlarını kazandıracak derecede bir şehadet hükmüne geçer.”
    “Peki o çektikleri ızdırap nedir? Yanlarına kar mı kalır!”
    “Evlat! Onların o ebedi alemde görüp yaşayacakları yanında, bu çektikleri geçici zahmet ve meşakkatlerin esamesi bile okunmaz. Senin anlayacağın zahmet içinde rahmet; gazap içinde hikmet gizlidir.”
    “Bağışlayın beni çok iyi anlayamadım!”
    “Biz neyi anladık ki evlat. Anlasak böyle mi olurduk?         Unutma! insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.”
    “Anlayana sivri sinek saz...diye boşuna dememişler.” galiba.
    “Yaratıcısını unutan insanoğluna Allah, bazen bir virüsle, bazen bir krizle, bazen de böyle musibetlerle kendini hatırlatır. Daha doğrusu kibirden kuleler inşa eden insanlara acziyetini gösterir; azametin gerçek sahibine dikkatleri çeker.”
    “Anladın mı şimdi biraz!?” diye sordu.
    “Her şey iyi güzel de şu ölüm firkati olmasaydı?” diyesim geliyor üstadım.
    “Ölüm, görünüşte ‘firkat’ gibi dursa da aslında o bir ‘vuslat’ tır.” dedi ve ekledi:
    “Buradan ayrıldığın kişilere bakarken bir de kimlere kavuşacağını bir düşünsene!”
    “İnsanoğlu ölüm varken günah, zulüm işliyor, kul hakkı yiyorsa; bir de ölüm olmasaydı ne olurdu?
    Düşünebiliyor musun?”
    “Üstat Necip Fazıl’ın dediği gibi; “Budur perde arkasından gelen haber/ hiç çirkin olsaydı ölür müydü peygamber?”
    “Eyvallah üstadım, teşekkür ederim bu güzel sohbet için” deyip ayrıldım.
    Evet, ben depremin içinde değildim belki ama deprem benim içimdeydi.
    Sürekli kıpırdaşan, hareket eden bir şeyler vardı sanki içimde.
    ‘İçimizdeki depremleri, kafamızdaki çelişkileri, vicdanlarımızdaki soru işaretlerini düzeltmedikçe bu işler düzelmeyecek’ diye kanaat getirdim en sonunda.
    Rahmet, minnet ve esenlik dileğiyle...