.

Küreselleşme ve buna bağlı olarak modernleşme, Yeni Dünya Düzeni adı altında parlatılarak bizlere sunulan dünyanın son yüzyılda yaşadığı en önemli olaylardan biridir. Küreselleşme, sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik, iletişim vb. gibi argümanlarla yaşadığımız evrenin sürekli daraltılarak küçük bir köye dönüştürülmesidir aslında. 1970’te ABD’de çıkan bir dergide, “Hangi manyak bunu evine alır?” ifadesi bilgisayar için kullanılırken, acaba bu köyün cebimize girebileceğini hayal edebilir miydik? Sorular ve tanımlar bitmez fakat sorgulanmayan hayat yaşanmamıştır düsturuyla biz sormaya ve sorgulamaya devam edelim. 

“Modernleşen Yeni Dünya Düzeni” ismi ne kadar da güzel, insanın içi açılırken gelecek adına beklentiler, hayaller, umutlar tavan yapıyor. Gerçekten öyle mi? Sahi bu tavan aralarında ruhlarımız bizimle olacak mı, insan kalabilecek miyiz? Burada yaşamamıza ve bütün bunlara ve de aklımıza gelmeyenlere senaryoyu yazanlar, ne kadar müsaade edecek? 

Lükse sahip olanların bunları korumak için asker biriktirmesiyle savaşların kaçınılmaz olması ve aradan geçen 2500 yıla rağmen yeni Platonlar için Milat’tan öncesiyle sonrası arasında modern dünya, bir düzene sahip oldu mu? Aleksandr Soljenitsin’in “Tanrı'yı Politikaya Geri Getirin” makalesinden hareketle “İnsanlar bu tamahkârlık yarışının sonunda ele geçirerek değil, ele geçirmeyi reddederek, daha iyi insanlar olacaklarını/kalacaklarını” fark edebilecekler mi?

5000 yıllık insanlık tarihi boyunca savaşsız geçen 250-300 yıl haricinde, insanlığın var oluşundan günümüze kadar, yaklaşık 15.000 savaş yapıldığı ve bu savaşlarda ölen 3,5 milyar insanın, bugüne kadar var olan insan sayısının %3,5-4’üne, şu anki dünya nüfusunun ise neredeyse yarısına tekabül ettiği gerçeği neyi değiştirecek? Bütün ilahi kaynaklar ve kitaplar “öldürme” derken, biz bundan ne anladık? Aziz Ogistin M.S. 5. yüzyılda Roma yıkıldıktan sonra “Haklı Savaş Doktrini”ni çıkarırken düşmanını niçin ötekileştiriyor? “Eğer şeytanla dövüşüyorsan, bu senin vazifen.” derken o tarihten itibaren Hristiyanların girdiği bütün savaşlarda kullanmaya özen gösterdiği şeytanileştirme kalıbı, Usame Bin Ladinleri, Saddam Hüseyinleri vb. şeytanlaştırdı mı? Yoksa benim teröristim senin özgürlük savaşçın, senin teröristin benim özgürlük savaşçım söylemi mi içimizdeki şeytanı öldürecek? 

Konstantin Kavafis’in bir şiirinde, halkın o güne kadar görmediği, adını, şanını dahi duymadığı müstakbel Barbarlar gelmeyince ve böyle bir şeyin aslında olmadığını anladıklarında, halka “Peki, biz ne yapacağız barbarlar olmadan? Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza…” dedirtilirken biz bunu, olan bir şeyi perdelemek şeklinde mi, yoksa bilmediğimiz yeni bir düşmana olan özlemimizi dışa vurmak olarak mı anlayacağız? 
Berlin Duvarı’nı yıkarken, insanların zihinlerine duvarlar inşa et-tir-meye devam eden Batı’nın yeni bir barbar, yeni bir düşman yaratma arzusu, 21. yüzyılda 200 milyon insanın siyasal nedenlerle hayatını kaybetmesine sebep olurken, bu arzunun Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra radikal İslam olması neyi değiştirebilir duyarsızlaştırmaktan başka? 

Amerikan ordusundan emekli bir subay; Marshall istatistiğine göre; I. Dünya Savaşı’nda yüz yüze gelen askerlerin birbirlerine ateş edemeyip, bu atışların %80’ininde havaya ateş etmesi üzerine video oyunlarının geliştirilmesinin savaşlarda askerlerin karavana atışlarını azaltmak için geliştirilmiş bir proje olduğunu yazmıştır. Böylelikle video oyunları sayesinde insanlar duyarsızlaştırılıp, acımasızlaştırılmış ve günümüze gelinirken karavana atışları yok denecek kadar azalmıştır. Sonuçta çok fazla şiddete maruz kalan insanlar, şiddete duyarlı hale getirilmiştir. 

Zaman hızla ilerlerken, gücü elinde bulunduranlar, sürdürülebilir bir dünya düzeni/hâkimiyeti için bütün argümanları kendi lehlerine kullanmaya devam etmektedirler. Aslına bakarsak bunun bir düzen değil, düzensizlik olduğu, buna da kısaca, korkudan, endişeden ve kaostan beslenen bir dünya düzensizliği demenin daha gerçekçi olacağını düşünenlerdenim. Pandemi döneminde, aşısız insanlara seyahat, kurumlara ve toplu alanlara giriş yasağı getirenler, bugün DEF Konferansı için Davos’a giderken aşılanmamış pilot istemeleri sizce de düşündürücü değil mi? Maalesef kullanılan malzeme ve onun etkinliği değişse de amacın, hedefin ve mantalitenin değişmediği ve doğasının daima aynı kaldığı savaşta mızrakla, tüfeğin, okla füzenin bir farkı kalmamaktadır. Daha fazla hâkimiyet arzusuyla birlikte Ivan Illlıch’in de ifade ettiği gibi, “Dünyada çok fazla kaynağın mevcut olması, toplumların daha fazlasını elde etmek istemesine” sebep olmaktadır derken yukarıda bir cümleyle zikrettiğimiz Soljenitsin’in sözü yankılanmaktadır zihinlerimizde…

Peki, çözümü ararken, zihinlerde Modernleşen Yeni Dünya Düzeni nasıl gerçekleşecek sorusunu, genelden özele doğru yol aldıralım. 

Teoman Duralı, zamanımızın ve bizim düşmanımızın sürat olduğunu vurgular. Her şeye inanılmaz hızla yetişmeye çalıştığımızı belirtir. Kemal Sayar ise Yavaşla adlı kitabıyla bunu destekler. Anlatılan bir hikâyeye göre; Afrikalılarla beyaz adam seyahat ediyormuş. Afrikalılar arada bir duraklıyorlarmış. Beyaz adamın, “Niçin duruyorsunuz” sorusuna, Afrikalıların, “O kadar hızlı gidiyoruz ki ruhlarımız arkada kalıyor” demelerinin siyahla beyaz, batı ile doğu vs. arasında bir düzensizliğin olduğunu göstermiyor mu? 

Hız, insana ölümü unuttururken, onu sevdiklerinden uzaklaştırmaktadır. Modern eğitim teknolojisinin ortaya çıkmasıyla samimiyet noktasında sınıfta kalan insan, bu dünyada paranın satın alamadığı şeylerle mutlu olabilecektir. Ekranlar çoğaldıkça, taklit ettiğimiz hayatlar çoğalmış ve insanlar kendilerini olduğunun dışında göstermeye başlamışlardır. Sosyal medyada birbirlerini görmeden sevdalananlar, hayal kırıklığına uğramış, depresyona girmişlerdir. 

Sanal ile gerçek hayat arasında gidip gelen nesle, geçmişi anlatamazsın; gerçi geçmiş de geri gelse bizi anlayamaz ya… Duralı; Büyük İskender 1000 yıl sonra, Sezar döneminde dünyaya gelseydi, kılık kıyafet dışında çok fazla bir değişiklik göremezdi. Fakat 200 yıl önce yaşayan Napolyon bugün dünyaya gelse aklını kaçırır, der. 

Bir tıkla her şeyin düzelmesini, bir Mehdi’nin geleceğine olan inanç gibi bekleyenlerin olduğu konfor toplumunda, başaranları alkışa layık görüp, geride kalanları kınayan modern bakış açısı, insanlara utanç duygusu enjekte ederek bireyselliği modern salgın haline getirip ahlakı, güveni, dayanışmayı ve aileyi yok etmektedir. Yaşanan belirsizliklerin çokluğu, insanlara endişeli olmaktan başka kapı bırakmazken, son 30 yılda kaygıların artığı görülmektedir. 

Her şeyi fast food hızında yaşayıp beklemeye tahammülü olmayan modernitenin kendini anlamasına ihtiyaç vardır. Bu da insanın kendi içinde derinleşebilmesiyle mümkündür. Aldığı her nefesin farkında olan ve bu nefesi almaya herkesin de hakkının olduğunu kavrayan adâlet-i mahzâ olmazsa olmazdır. Kendine nasıl davranılmasını istiyorsan, karşındakine de öyle davrandan ziyade; karşındaki kişi, kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa, ona öyle davran prensibi de göz ardı edilmemelidir. Dünyanın bizim çocuklarımıza ne vereceğini düşünmeyi bırakıp, biz dünyaya nasıl çocuklar vereceğiz, bunun hesabını yapmalıyız. 
Bugün maddi olarak zenginleşirken duygusal olarak fakirleşen dünyamızda, modern insanı iyileştirecek argümanların barış, adalet, merhamet ve insanlığın daha iyi bir yaşamı için aktivizmden geçtiğini akledip, bu âleme var olmaya değil, yar olmaya geldik diyebilmeliyiz. 

Bir şeyleri düzeltmeye talipli olduğumuz sürece, orada her zaman umut vardır. Tarihimizin derinliklerine inerek, insan insanın kurdudur diyen Batı felsefesine karşı, insan insanın yurdudur, diyen İslam/Doğu felsefesiyle sevgiyi, merhameti, adaleti önce kendi içimizde içselleştirip sonra da insanı temele alarak Modernleşen Yeni Dünya Düzenini, geçmişte olduğu gibi, tekrar inşa etmenin çabası içerisinde olmalıyız.