Kimine göre “asrın felaketi”, kimine göre “son asırların en büyük depremi” olarak görülen afetin yaşandığı Kahramanmaraş ve Hatay bölgesine gittik.

Kimine göre “asrın felaketi”, kimine göre “son asırların en büyük depremi” olarak görülen afetin yaşandığı Kahramanmaraş ve Hatay bölgesine gittik.

Birilerinin “yandık, bittik, kül olduk” naralarına rağmen, “yıkılmadık ayaktayız” direncini gördük.

Aşığın, “İnsanoğlu gamdan hali değildir/ Her birini bir efkara yazmışlar.” diye tavsif ettiği nice hikayelerle karşılaştık.

Nicesinin eceline koştuğunu, eceli gelmeyenin de ‘yok artık’ dedirten türden hayata tutunduğuna tanıklık ettik.

Onlardan birini anlattılar:

“Gecenin ilerleyen saatlerinde sancısı tutan eşi için evde bulunmayan ilacı almak amacıyla nöbetçi eczane arayan bir beyefendi. Ne yapıp edip eczaneyi bulur ve ilacı temin edip dönüyordu ki depreme yolda yakalanır. Bir kenarda kalakalır. Deprem bittiğinde yıkık virane binaların arasından güçlükle bulduğu evinin köşesine geldiğinde manzara korkunçtur. O ev artık bıraktığı ev değil; sağlıklı bıraktığı eşi ve çocukları da hayatta değildir!”

Hatay müftüsü güzel insan, değerli dostum Ömer Faruk Bilgili çıktığı geziden o gece eve dönmüştü. Daha yatağına ısınmadan depreme yakalandı ve maalesef cansız bedeni çıkarıldı.

Yine bize anlatılanlardan anlıyoruz ki ilk depremden kurtulanlar, aradan saatler geçtikten sonra, “tamam artık deprem durdu” yanılgısıyla evlerine girip ikinci depremde vefat ettiler.

Herkesin ortak kaygısı, “deprem çok sarsıcı ve uzun süreliydi; en kötüsü de korkunç bir ses ortalığı kaplamıştı.” ifadesiydi.

Tabi bu kaygı ve endişe insanları sokağa dökmüştü. Kimisi bulduğu bir battaniyeye, kimisi sığınacağı bir parka ve bahçeye, kimisi de sağlam bulabilirse arabasına atmıştı kendini.

Hatay’ın kenar semtlerinde insanlar seralarını mesken edinmişti. Tabi zaman sonra insanlar kurulan çadırlara yerleşmeye başladılar.

Çaresizliği iliklerine kadar yaşayan, paranın artık orada geçmediği, nice servet sahiplerinin sıfırlandığı, varsıl ile yoksulun eşitlendiği bir düzlemdi artık o bölge.

Ertesi günü dolaştığımız Maraş ve Hatay’ın cadde ve sokakları hayalet şehre dönmüştü. O güzelim dondurma ve künefe salonları şimdi artık zehir saçıyordu adeta.

Kimle karşılaşsak, kime selam versek ‘bir dokun bin ah işit!’ kabilinden ölen yakınlarını ve gelecek kaygılarını dile getiriyorlardı.

“Zor oyunu bozar” fehvasınca, o zor şartlarda nice kahramanlıkların da yaşandığına tanıklık ettik. Maraş’a yakın bir köyü ziyaret ettik. Köylülerden biri anlatıyor:

“Deprem sabahı Maraş’taki kızımı aradım. ‘Geçmiş olsun kızım, nasılsınız’ dedim. Kızım ağlamaklı bir sesle, ‘ev çöktü baba, biz çıktık ama oğlumu alamadık’ dedi. Peki yaşıyor mu acaba? Diye sordum. ‘Evet baba yaşıyor ama çok kötü bir yerde yaklaşamıyoruz’ Bunun üzerine hemen arabama atlayıp yola düştüm. Maraş yakınlarında polis durdurdu. Zira asfalt patlamıştı. Bu vaziyette gidemezsin dediler. Çok acil gitmem lazım dedim. Arabanın lastiği yarığa girerse batarsın dediler. Hemen indim. Kendi imkanlarımla yarık yerlere bir iki taş yerleştirerek arabamı zar zor karşıya geçirdim. Tabi son sürat kızımın evine nasıl geldiğimi bilmiyorum. Hemen kolları sıvayıp hiç düşünmeden enkazın altına girdim. Torunumun sesinin geldiği yöne yöneldim. Çok acı çekiyor feryat figan ağlıyordu. Beni görünce biraz duralayıp “kurtar beni ne olur dedeciğim” diye bağırdı. Kurtarmak istiyordum ama arada ters bir moloz yığını vardı. Hamle yaparsam hem kendimi hem de torunumun hayatını tehlikeye atabilirdim. Neyse aklıma bir fikir geldi, ters taraftan yaklaşarak torunuma, “şu uzattığım ayağıma sarıl bakalım yavrum” dedim. Can havliyle sarılan torunumu battığı yerden yavaş yavaş çekmeye başladım. Vücudu iyice ortaya çıkınca kollarıma aldım ve yavaş yavaş ilerlemeye başladım. Ağır ağır ilerleyerek çıkışa gelmiştim ki büyük bir gürültüyle binanın o tarafı çöktü. Allah’a sonsuz şükürler olsun ki saniyeler içinde yavrumuzu kurtardım. Allah onu bize bağışladı.”

Bu arada nice fedakarlıklara, isimsiz kahramanlıklara şahitlik ettik. “Nerede Bu Devlet, Nerede bu Diyanet” diyenlere inat, en başından beri sahada olan din görevlilerinin gerek enkaza yardım işlerinde gerek cenaze işlerinde gerekse lojistik destek konusundaki gayretlerini kendi gözlerimizle gördük.

Kendi canlarını hiçe sayarak enkazın altından cansiperane bir şekilde bir hayata uzanan AFAD ve madenci ekibinin buruk sevinci görülmeye değerdi.

Kendi yakınlarını defnedip acısını içine gömerek diğer insanların cenazesine koşan, çıkan her bir cenazeyi hatta tanınmaz hale gelen uzuvları itinayla teçhiz ve tekfin edip ahirete uğurlayan kardeşlerimizi selamladık.

İnsanların acılarına ağlamayı öteleyip bir an önce yakınlarının naaşlarına ulaşarak onları bir bütün olarak toprakla buluşturmanın dinginliğine erdiklerini gördük.

Evet acı büyük, can yakıcı. Ancak bugün burada artık “Ateş düştüğü yeri yakar” sözünden ziyade ateşin her yere düştüğünü ve yaktığını görüyoruz.

Bu gerçeklikten hareketle, devlet ve milletin el ele vererek, kimsenin ırkına, cinsine, rengine, dünya ve ahiret görüşüne bakmaksızın cansiperane fedakarlıkların yapıldığını memnuniyetle müşahede ediyoruz.

Bu vesileyle gittiğimiz Alevi canlarımızın bizleri karşılaması ve o ağır şartlara rağmen engin misafirperverlikleri her türlü takdire şayandı.

Herkesin ortak bir dille, “Allah’tan gelene boynumuz kıldan ince. Şimdi hesap zamanı değil, yaraları birlikte sarma zamanı. Zahmeti rahmete, zorluğu kolaylığa tebdil etme günü. Allah devlete millete zeval vermesin.” dediklerini duyuyoruz, görüyoruz.

Sözün özü; Acılar paylaşıldıkça azalır. Gün acıları bal eyleyip sağaltma günüdür. Gün birlikten kuvvet çıkarma günüdür. Her şeye rağmen biz bilincini diri tutma günüdür. Bir olma, iri olma, diri olma günüdür.

O’ndan geldik, O’na döneceğiz. Rahmeti gazabından kat kat büyük olan Yüce Rabbe sığınırken geride kalan canlara ibret, tedbir, sıhhat, afiyet, selamet ve esenlik dileklerimle…

25.02.2023

İHSAN ÜNLÜ